Kurgusal edebiyatın felsefeyle buluştuğu sanata doymuş leziz satırlar...

28 Kasım 2014 Cuma

Delirtilip Pasifleştirilmek

"Beni siz delirttiniz"



Blogu açarken bir ajanda üstüne yorum yazabileceğim aklıma gelmemişti...

Metis muhteşem bir ajanda fikriyle ortaya çıktı ve kaos teorisi mantığı gibi beni ufak bir cümleden alıp büyük düşüncelere ve sorgulamalara sevk etti.

Bu cümlenin kara mizah ya da siyasi tarafını bir yana bırakırsak pek çok kişinin çeşitli konularda hissettiğinin özeti olduğunu düşünmekteyim.

Kendi adıma da genel bir bakış açısı değişikliği hissettiğim bu dönemde "İşte kastettiğim bu!" diyebileceğim bir ifade buldum karşımda.

"Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde."
                                                                                          Franz KAFKA

Bu alıntı da bir dönem hızır gibi çıkmıştı karşıma. İşte bu iki düşünceyi birleştirince topyekun bir ironiye ve kara mizaha gömerek selamlıyorum hayatı, pek çok aynı düşüncedeki insan gibi. Tüm bunların içinde sadece edebiyatın ve sanatın kurtarıcı olduğunu düşünenlere ise selamlar olsun...


16 Kasım 2014 Pazar

Antoni Casas Ros- Almodovar Teoremi- Le théorème d'Almodóvar

Mutlu haftalar,

Bugünkü yazım Almodovar Teoremi üzerine...



Çok büyük bir Pedro Almodovar hayranı olduğumdan, kitabın ismini görür görmez okuma listeme almıştım zaten. Eseri okurken de bir Almodovar filminin içine dalıyorsunuz adeta.

Antoni Casas Ros'un, korkunç bir kazadan sonra yüzü paramparça olmuş ve aynı kazada kız arkadaşını kaybetmiştir. Bu eserde de kendi hikayesini anlatmak üzere yola çıkar. Fakat eklediği kurgusal bir hikayeyle de eser tamamen otobiyografik olmaktan çıkar. Ros, Pedro Almodovar'ın bir filminde kendi hikayesini anlattığını kurgular. "Acaba Almodovar benim hayat hikayemle ilgili film yapsa nasıl olurdu?" sorusu üzerinden eserini yaratır. Doğal olarak eserde bir Almodovar filminin yansımalarını gözlemleyebiliriz. Bunların en bariz olanı şüphesiz ki transseksüel karakter olan Lisa'dır. 

Ros, sadece hikayesini ya da Almodovar'ın çektiği hikayeyi anlatmaz okuyucuya. Zaman zaman yalnızlığını ve pek çok konuyla ilgili fikirlerini oldukça etkileyici cümleler şeklinde satır aralarına serpiştirir. Bunu yaparken de, fizikten matematiğe (kendisi gelecek vadeden bir matematik mezunu iken kaza sonrası tüm hayatı olumsuz anlamda değişmiştir), sinemadan siyasete kadar birçok konuda benzetmeler ya da açıklamalar yapar. Her bölümün başlığı Newton'ın bir eserinden alıntıdır örneğin.

İki boyutta ilerleyen eserde, gerçekle kurguyu ayırması birazcık zor gelir. Bu yüzden hikaye bir süre sonra yorucu görünebilir. Ama inzivadaki bir hayat dahilinde anlatılan bu bilimsel ya da sanatsal analizler eserin bana göre en etkileyici kısımları. Zira, Ros büyük bir trajedi sonrası kurguladığı hikayeyi okuyucuyla paylaşırken aslında biz, yalnızlığın umut vadeden bir zihne nasıl etki ettiğini de gözlemleriz.

Ros'un hikayesini sadece bir adamın kaza trajedisini okumanız için değil, aynı zamanda ruhu parçalanmış bir adamın hayat analizleri için okumanızı tavsiye ederim.


"Ölüm anında büyük olasılıkla aynı durumda oluruz. Alışkanlıkların, topluma uyma zorunluluğunun, aynı savunma mekanizmalarının hiç durmadan tekrarlanmasının ağırlığından kurtulacağımızı hayal ederiz. O zaman en saçma soruyla karşılaşıveririz, neyi savunacağız ki?"
                                                       Antoni Casas Ros, Almodovar Teoremi, Sel Yayınları. 



Happy week everyone,

Today's post is on Le théorème d'Almodóvar...


As I'm a huge fan of Pedro Almodovar's, I had already put the book on my list as soon as I saw it. While reading it, you kind of dive into an Almodovar film.

Antoni Casas Ros's face has been smashed after a horrible car accident. He also has lost his girlfriend in the same crash. For this story, he sets out to tell about his own story. Yet, with the help of the fiction he employs, the book cannot be a total autobiographic one. Ros fictionalizes about Almodovar's using his story in one of his films. Ros creates his story on the question of "What would it be like if Almodovar made a film about my story?". Thus naturally, we can witness the traces of a usual Almodovar film on the book. The most obvious one is surely the transsexual character called Lisa.

Ros not only tells about his or Almodovar's story, but also his loneliness and ideas about almost everything with very efficient lines. While doing so, he makes analyses on lots of different fields from physics to maths (he was a promising maths graduate but the accident changed his life completely), from cinema to politics. For instance, each chapter begins with a quotation from Newton's books.

For this book which develops in two dimensions, it seems difficult to differentiate between fiction and reality. Therefore, the story may seem tiresome after a while. I think, the most impressive parts of the book are the scientific or artistic analyses which are told within the shape of an isolated life. Because, while Ros shares his fictional story with us, we witness how loneliness damages a promising mind.

I recommend you to read this book for not only to learn about Ros's tragedy, but also for the life analyses of a man whose life is shattered. 



14 Kasım 2014 Cuma

Gerbrand Bakker- Dolambaç- De omweg






Evet yeniden Bakker... Evet kendisinin an itibariyle sadece iki romanı var... Fakat her ikisi de benim için bir şaheser. Bu defa beni bir kadın hikayesi üzerinden mest eden Bakker yakın bir geçmişe sahip bloguma yeniden konuk oluyor...

Yazar hakkında daha önce az da olsa biraz konuşmuştum. Hollandalı  olan Bakker, bahçıvanlıkla da uğraşmış bir yazardır. İlk romanında olduğu gibi burada da doğa hikayenin çok büyük bir parçasıdır. Üstelik bu romanda başkahraman üzerindeki etkisi daha fazladır. Romanda bolca Emily Dickinson adını  ve eserlerinden bölümleri görmek ise cezbedici bir metinlerarası tekniğini gözler önüne serer. İsminin Emilie olduğunu söyleyen başkahraman (Sonunda Agnes olduğunu öğreniriz), Emily Dickinson üzerine doktora tezi yazmakta olan bir akademisyendir. Yaşadığı bir takım çalkantılardan sonra Galler'e kaçarak bir çiftlik evi kiralar ve orada yalnızlığıyla yaşamaya başlar (Emily Dickinson, kazlar ve porsukları saymazsak tabi!). 

Bir öğrencisiyle yaşadığı yasak ilişki ve hiçbir zaman net olarak adlandırılamayan hastalığı onu bu inzivaya atan nedenlerdir. Yeni evinde yaşarken, daha önce orada vefat eden ev sahibesinin gölgesini sürekli etrafında hisseder. Onun kokusundan kurtulamadığını düşünür. Bradwen adlı genç bir oğlanla ilginç bir ilişkiye adım atarlar. İlginç çünkü; oğlan ona göz kulak olur ve daha ilerde de aralarında tuhaf bir çekim oluşur. 

Bu esnada karısını bulmak için yola çıkan Koca'nın (ismi verilmemektedir) yaşadıkları, eserde ironik bir komedi oluşturur. Yalnızlığını Emily Dickinson'ın şiirlerindeki paralellikle yaşayan Emily, yaşadığı sondan hemen önce üzerinde çok uğraştığı çeviriyi tamamlar. Eser de, bu çeviriyle biter. Emilie'nin yaşadığı sonu açık etmek istemiyorum; fakat oldukça şairane olduğunu belirtmem gerekir. 

İsimlerin, zamanın ve olay örgüsünün az da olsa örtülü bırakılması okuyucuda karmaşa yaratılmasına neden olur. İşte bu dolambaç sona doğru -olumlu ya da olumsuz olarak- sırasıyla çözülür. Eserde İngilizce bazı kelimeler çevrilmeden kullanılmıştır. Orijinal halinde de böyle olduğunu düşünmekteyim. Başta rahatsız edici olabilecek olan bu durum, aslında dolambacın olduğu örtülü anlatıma teknik olarak epeyi katkıda bulunur.

Yalnızlığını edebiyatta bulabilen herkese tavsiye ederim...

Keyif dolu satırlar...








Yep, Bakker again. Yes, he just has two novels so far. Yet, both of them are masterpieces to me. Bakker, who enchantes me with a woman's story this time, visits my blog again.

I briefly told about the writer before. Bakker is a Dutch writer who has been a gardener before. Just like his previous novel, nature is a huge part of the story here. Furthermore, it has a bigger impact on the protagonist here. The fact that we witness the name and works of Emily Dickinson in this novel a lot reveals a charming intertextuality technique. The protagonist who claims that her name is Emilie (it is indeed Agnes) is an academician who writes up a Ph.D. thesis on Emily Dickinson. After certain turbulences in her life, she flees to the Wales to hire a farm house and lives lonely (unless you mention Dickinson, geese and the badgers!).

Her affair with a student and her unnamed ailment are the reasons that have brought her to this isolation. While living at her new house, she continuously feels the presence of her late landlady. She cannot get rid of her smell. She steps into an odd relationship with a boy called Bradwen. It is odd cause the boy takes care of her and later a sexual tension develops between them. 


Meanwhile, what the Husband (never named) goes through in order to find his wife creates some comic relief. Emilie, who experiences loneliness in parallel with Emily Dickinson's poems, finishes the translation of the poem on which she has worked really hard just before her resolution. The novel ends with this poem. I don't want to give away what happens in the end, yet I have to mention that it is poetic. 

The fact that names, time and plot are obscure to some extent helps create a confusion for the reader. That 'detour' is resolved through the end. Some words are not translated in the novel. I guess it is the same way in the original print. This may be distrubing in the beginning, yet it is later understood that it technically contributes to the obscure telling of the 'detour'. 

I recommend it to everyone who finds their loneliness in the literary world...

I wish you delightful lines...

4 Kasım 2014 Salı

Georges Perec - Uyuyan Adam - A Man Asleep - Un homme qui dort






Herkese Merhaba,


Çok okuyanlar bilir. Hani bazen neden bu yazarın anadilini bilmiyorum diye isyan edersiniz. İşte Georges Perec öyle bir yazar. Benim kendisiyle tanışmam biraz geç ve çok yakın arkadaşlarımın önerisiyle oldu. Daha ilk romanını okur okumaz bir şeyler yazmak istedim. Zira diğer pek çok kitabını da okuma sırasına dizdim. Bundan sonra ilk olarak Şeyler adlı eserini okumak istiyorum. 

Uyuyan Adam, çok yaygın olmayan bir şekilde ikinci ağızdan anlatılıyor. Bu durum da okuyucu olarak sizde doğrudan bir empati yapabilmeyi kolaylaştırıyor. Fakat bu empatide sınırı iyi ayarlamak lazım. Çünkü özellikle hayatın verdiği bıkkınlık, sıradanlık, yalnızlık ve eylemsizlik sorunlarından muzdaripseniz kitabın eşsiz anlatımıyla çok derin sularda yüzebilirsiniz. Kitaptaki her bir cümle adeta bir aforizma. Bu da yetmezmiş gibi inanılmaz hızlı ilerliyorsunuz. Bu kusursuz teknik ve anlatım sizi öyle sarmalıyor ki bir süre sonra bu eşsiz anlatı gözünüzde normalleşiyor. Başta okuduğunuz her cümleden sonra durup şaşırırken daha sonra ara vermemeye başlıyorsunuz. Etkileyici olan ise bu satırların okunup kitap kapatıldıktan sonra daha vurucu gelmesi. Bunları düşünen zihnin 25 yaşında olduğunun belirtilmesi de ayrıca etkileyici. Bu noktada, bu kitabın farklı yaş aralıklarda defalarca okunması gerektiğini düşünüyorum. Genel olarak hikayeden çok anlatının önemli olduğu kitaplardan bu.

Özellikle dünya savaşları ve endüstrinin gelişmesi sonrası kaderin, absürtlüğün, eylemsizliğin, anlamsızlığın, amaçsızlığın ve hissizliğin okuyucuya aksettirildiği bu eserde en çok vurgulanan konu ise aktif bir bellekle yaşamak zorunda olmanın zorluğudur. Bellek, tüm bu bahsi geçen durumları görünür kılar ve yaşamı inanılmaz zorlaştırır.

İnsan olan "seni" sana "Sen" diye anlatan bu romanı herkesin okumasını tavsiye ederim.

Keyif dolu satırlar... 


"Kımıldamıyorsun. Kımıldamayacaksın. Bir başkası, bir benzerin, senin hayaletimsi, işine düşkün bir eşin artık yapmadığın hareketleri, senin yerine, bir bir yapıyor belki: Kalkıyor, yıkanıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, çıkıyor."






Georges Perec - A Man Asleep

Hello everyone,

The ones who read a lot know. Sometimes you get very upset about not knowing the native language of a particular writer. That's very true about Georges Perec. I have met him too late. Yet, I owe this pleasure to my very close friends. I just want to write down something as soon as I have finished the first book. I have placed his works to my reading order. I want to read Things: A Story of the Sixties secondly. 

Uncommonly, A Man Asleep is told in second person narration. This makes it easier for you to make a direct empathy. Yet, you have to be very careful about drawing a line to this empathy. Because, you may end up swimming in very dark water if you are subject to life's dulness, commonness, loneliness and inaction. Each sentence is an aphorism.

What's more, you proceed very fast. This perfect technique and manner embrace you so closely that after a while it seems normal. While at first you pause and wonder after each sentence, later you cannot give a break. What's impressive is that these sentences become more dazzling after the book is closed. The fact that the mind contemplating these is a 25 year old's is fascinating. At this point, I think that the book should be read at different age groups. This is one of those books where telling is more important than the story. 


In this work of art, where the destiny, absurdity, inaction, senselessness, aimlessness and emotionlessness after the world wars and industrial development are mirrored to the reader, the most stressed point is the difficulty of living with an active consciousness. The consciousness makes all these states of mind visible and renders life incredibly difficult.


I highly recommend the novel, which tells "you" "your" story as "you".

I wish you delightful lines...


28 Ekim 2014 Salı

Tirza - Arnon Grunberg






Herkese Merhaba,


Bu yazımda 2014 yılında okuduğum en iyi kitaplardan biri olan Tirza hakkında bir şeyler söylemek istedim. Tirza ile tanışmam pek çok Türk okuyucusu gibi Ayfer Tunç sayesinde oldu. Kendisi bu romanı, 21. yüzyılda edebiyatın ölmediğini kanıtlayan eserler arasında birinci sıraya yerleştirmiştir. Ben Tunç gibi bir uzman değilim tabi ki; fakat Tirza benim için öyküsü ve üslubuyla çok özel bir yere sahip bir roman olmuştur.

Küçük kızı Tirza'yla yaşayan editör Hofmeester, hem özel hem de iş hayatında bazı umutların sonuna gelmiş bir adamdır. Karısı yıllar önce genç bir adamla beraber olmak için onu terk etmiştir. Büyük kızı İbi ise, ayrı yaşamaktadır. Bu sebeple, hayatını sadece Tirza'ya ve onun dünyasına adayan Hofmeester için kızı bir "Güneş Prensesi"dir. Bana göre, önceki yaşadıklarından dolayı elinde kalan tek somut yaşama nedeni Tirza olan Hofmeester'in, bundan sonra yapacağı her şey Tirza'ya olan umudunu kaybetmesiyle alakalıdır. Zira, Hofmeester anlam veremediğimiz bir seri olaylara dahil olur.

Tirza onuruna verilen bir parti hazırlığında başlayan hikaye annenin eve dönüşüyle çatışmalarını yavaş yavaş ortaya çıkarır. Annenin üzerinden geçmişe gidip gelmeler okuyucu olarak bizim Hofmeester'ın karakterini tahlil etmemize yardımcı olur. Eserin en çarpıcı kısmı ise bence yazarın belirli aralıklarla okuyucuyu sarsmasıdır. Hikayenin sıradanlaştığını hissettiğiniz anda öyle darbeler alırsınız ki, yazar her seferinde sizin gözünüzde kendi gücünü kanıtlar. Bu sarsıntılar hikayeyle doğrudan alakalı olduğu için çok detayına inmeyeceğim. Fakat, etkilerinin dehşet olduğunu söylemek benim için kaçınılmaz.

Eser, üçüncü ağızdan fakat Hofmeester'ın zihni çerçevesinde anlatılır. Bu sebeple, karakter ya da yazar size ne zaman izin verirse gerçekleri o zaman öğrenirsiniz. Hikayenin en yüksek noktasına gelindiğinde, bundan öncekileri yok sayacak kadar sarsılırsınız. Ayfer Tunç bu aşamada, elinin yandığını belirtmiştir.  Bu şokun yankısı eser bitiminden sonra dahi beyninizde yankılanır. En etkileyicisi de yazar bunu sadece hikaye ile değil, kullandığı eşsiz bir üslupla yapar.

Tirza, okumayı ve çağdaş edebiyatı seven herkesin hevesle okumak isteyeceği bir kitap... 
"Çeviri kurgu romanların editörlüğünü yapmıştı. Hayatı boyunca var olmayanla, en fazla muhtemel olanla ya da ihtimal dahilinde olanla uğraşmıştı. Şimdiyse var olanla olmayan arasındaki fark birbirine karışmış, aralarındaki sınır belirsizleşmiş, sonbahar sabahlarında havaalanında görüldüğü gibi puslanmıştı.  Fantazinin kırbacını, gerçekliğin üzerinde tutmak gerekirdi, aksi halde gerçeklik seni şahlanan bir at gibi semerinden fırlatıp atabilirdi. "
                                                                        Arnon Grunberg, Tirza, Alef Yayınları.






Hello everyone,



For this post, I wanted to say a few things about Tirza, one of the most valuable books I read in 2014. Like many Turkish readers, I have met this book thanks to the writer, Ayfer Tunç. She has put this book on top for the books that prove literature did not die in the 21st century. Certainly, I'm not an expert like her but Tirza has earned a peculiar spot in my heart due to its story and style.



Editor Hofmeester, who lives with his younger daughter Tirza, has come to the end of some expectations in both his personal life and career. His wife has left him for a young man. His older daughter Ibi, lives separated from them. Thus, for Hofmeester who dedicates his life to Tirza and her world, she is the "Princess of Sun". Up to me, everthing that Hofmeester performs during the storyline is directly connected to his lose of hope to Tirza, since she is the only concrete reason for him to live. Because, Hofmeester  gets involved in a series of events, meaningless to many.

The story, which begins with a party preparation in honour of Tirza, reveals the conflicts gradually with the advent of the mother. The flashbacks helps us analyze the character of Hofmeester. Yet, the most striking part of the novel is the fact that the writer shakes the reader at certain points. Just when you feel like the story is getting expected, you get such a  punch that each time the writer proves his power in your eyes. As these shakings are directly relevant to the story, I will not go into details. Yet, it is a must for me to say that the effects are awesome.


The story is told in the third person narration but within the mind of Hofmeestor. Therefore, you get the truth when the character or the writer lets you. When the climax arrives, you are shaken like none before. The writer Ayfer Tunç has mentioned that her hands had been burnt at that point. The impact of that particular shock echoes in your mind even after the book is finished. The most impressive thing is that the writer does so, with not only the help of story but also his unique style.


Tirza is a novel for all those who like reading and contemporary literature... 



   

19 Ekim 2014 Pazar

Anna Kavan



ANNA KAVAN- BUZ- ICE


Kafkaesk tavır, distopya ve bilimkurguyla birleşirse





Gerçek adı Helen Woods olan ve daha sonraları Anna Kavan mahlasını kullanarak yazın hayatına devam eden yazar, bu ismi hem ünlü bir kadın hareketi eseri olan Let Me Alone romanındaki başkahramandan hem de büyük hayranı olduğu Kafka'dan ilham alarak ortaya çıkarmıştır. Başta annesi, daha sonra da eşleri ve kaybettiği çocukları etkisiyle sürekli depresif bir hayat geçirir. Üstelik, hayatı boyunca bir uyuşturucu bağımlısı olmuştur. Eserlerinde "bazuka" adını verdiği şırıngası öldüğünde yine elindeydi. Selahattin Özpalabıyıklar'ın çok güzel bir sunuşuyla başlar eser. Anna Kavan'ın diğer pek çok romanı baskılarının tükenmesi sebebiyle bulunamamaktadır. Umarım tekrar basılan Buz eseri gibi, diğer eserleri de Türk okuyucusuna sunulur.

Edebiyat dünyasında kimi zaman Kafka'nın kızkardeşi olarak adlandırılan Kavan'ın eserleri şüphesiz Kafka'nın izlerini taşımaktadır. Bunlar başlıca;

1. Karakterin kendini anlam veremediği bir ortamda bulması,
2. Bu ortamdan kurtulabilmek için amaçsız ve nereye gittiği belli olmayan bir çaba sergilemesi,
3. Hiçbir zaman olumlu ve net bir son yaşanamaması

İşte Buz da böyle bir roman. Ülkeyi baştan sona sarmakta olan bir buz kütlesinin yayıldığını öğreniriz. Fakat başkahraman hikayeye başladığınız andan itibaren geçmişten bildiği bir kadını aramaktadır. Hikayelerinin geçmişine yönelik net bir şey asla öğrenemeyiz. Amacı sadece kızı bulmak gibi görünse de kızı gördüğünde de ne yapacağını bilemez. Tekrar kaybeder ve tekrar bulur. Bu tip romanlarda hep şu soruyu sorarız: "Tam olarak neler oluyor?". Fakat, hiçbir zaman net bir cevap alamazsınız. Gerçekle gerçeküstünün birbirine geçtiği ve bazı doğaüstü etmenlerin de olduğu eser bir bağımlının hayal gücü bünyesinde sizi satırlarla oradan buraya sürükler. 

Ülkeyi saran buz, satırlarla size geçerek resmen içinizi donduruyor. Net bir mekan, zaman ve karakter tanımları verilmemesi de bu rahatsızlık hissini ikiye katlıyor. Eser kitabın önsözünde de belirtildiği gibi yazıldığı yılın en iyi bilimkurgu eseri seçilmiştir. Fakat bence bildiğimiz anlamda bir bilimkurgu asla değildir. Kolay akıp gitmeyen bir eser olduğunu belirtmem gerekir. Fakat, bilimkurgu, distopya ya da Kafka eserleri'nden herhangi birini seviyorsanız bu türlerin hepsinden bir nebze bir şeyler barındıran bu eseri de en azından bir tanımak ve deneyimlemek isteyeceksiniz. 

"... Tanınmış olmalıydım, ama kimseden hiçbir tanınma belirtisi görmedim, tanıdık yüzler hiç bakmadan yanımdan gelip geçtikçe kendimi giderek artan bir şekilde gerçekdışılaşmış hissediyordum."
                                                                                   Anna Kavan, Buz, Everest Yayınları.


When Kafkaesque meets dystopia and science fiction


The writer, whose real name is Helen Woods and later adpots the nickname Anna Kavan, takes this name both from a feminist novel Let Me Alone and from Kafka, of whom she was a fan. As a result of mainly her mother's, her husbands' and late children's ill effect, she leads a continuous depressed life. Her injection, which she calls bazooka, was in her hands when she passed.

In the literary world she is often called "Kafka's sister" and Kavan's works certainly bear the traces of Kafka. These are basically:

1. The protagonist finds himself in a meaningless situation,
2. He struggles senselessly to get rid of that situation,
3. No positive and clear endings


That's just the description for Ice. We learn that fields of ice are spreading all over the country. Yet, the protagonist searches for the woman he knew before. We can never learn something about the history of their story. Even though his aim seems to find the girl, he cannot perform anything when he finds her. He loses and finds her again and again. For these kinds of novels we are often compelled to ask:" Exactly, what is happening?". Yet, you can never get a clear and sharp answer. The novel , which has supernatural elements in it, drags you from pillar to post with the help of lines in the mind of an addict and in it the imagination and surreality are merged into one.  


The ice that surrounds the country passses to you and chills you inside. The fact that there are no definitons of a clear setting, time and character doubles up that sense of uneasiness. The novel was picked as the best science fictional work of the year in which it was written. But, I think it is not a science fictional work as we know it. I have to mention that it is not a page- turner. Yet, if you like science fiction, distopia or Kafka, you may at least want to meet or experience this book which carries a bit of all these elements. 



Keyif dolu satırlar;


I wish you delightful lines;  







16 Ekim 2014 Perşembe

Gerbrand Bakker - Yukarıda Ses Yok- The Twin



Gerçekleşemeyen bir yaşam ve yalnızlığın en somut hali






Merhabalar,


İlk yayınım son zamanlarda okuyup fazlaca etkisi altında kaldığım ödüllü Hollandalı yazar Gerbrand Bakker'in ilk romanı olan Yukarıda Ses Yok



Roman için bence en iyi tanım asla yaşanmayan bir hayatın beklentisinin mevcut hayata dadanmasıdır. Oldukça trajik bir olay sonucu ikiz kardeşini kaybederek beklentisinden çok farklı bir hayata adım atan Helmer, bu farkındalığa yavaş yavaş ulaşır. Zihninde her bir geçmişe gidip gelmesiyle, eklenen bu farkındalık yalnızlığını daha da çok perçinler. Zira yaşayamadığı bir hayatı olduğu gerçeği onu çok üzer. Geçmişten gelen bazı yüzler ve izler kaybettiklerini ona her defasında tekrar gösterir. Tüm bu aşamalarda ise yazar, satır aralarına eklediği hüzünle okuyucuya dolaylı yoldan bir acı yaşatır. 

Yazarın eğitimli bir bahçıvan olduğunu düşünürsek, eserde adeta bir karakter gibi büyük bir yer kaplayan çiftlik hayatının anlatımının da çok ayrıntılı olması şaşırtıcı değildir. Hollanda Dili ve Edebiyatı okumak yerine kaza sonrası hayatı tarla, hayvanlar ve yatalak babasının bakımı olan Helmer üzerinden mutsuzluğun ve yalnızlığın en çarpıcı örneklerinden birini gözlemleriz. Bu aşamada da baba figürünün Kafka eserlerindeki sertlikte olduğunu söylemek isterim.


Herkesin hayatında yol ayrımlarının olduğu anlar vardır. Bazı seçimlerin sonunda ise ya mutlu ya da mutsuz oluruz. Benzer şekilde, antik Yunan tragedyalarında, kahraman bir kusur işler ve eserin sonunda bu hatasının neden olduğu düşüşü yaşar. Fakat, Helmer'ın açısından bu durum çok farklıdır. Zira bu seçimi kendi yapamamıştır ve yaşadığı trajedi Yunan tragedyaları gibi kendi seçimi sonucu değil hayatın getirdiklerinin bir sonucudur. Ayrıca bunlarla birlikte çaresizliğin verdiği bir eylemsizlik de söz konusudur.Bu sebeple, Helmer benim açımdan postmodern bir kurbandır. 


Eğer bu tarz olay örgülerini ve anlatımı seviyorsanız; ya da kelime dağarcığınıza doğa ve hayvancılıkla ilgili biraz kelime katmak istiyorsanız (kitap bu konuda bazısına yorucu gelebilir) mutlaka okumanızı tavsiye ederim.


"Kalkmam gerek, biliyorum, çamlarla, huşlarla, akçaağaçlarla gölgelenen dolambaçlı patikalara, toprak yollara karanlık çökmüştür şimdi. Ama sakin oturmaya devam ediyorum. Yalnızım."  

                                                        Yukarıda Ses Yok, Gerbrand Bakker, Metis Yayınları. 




Hello,

My first post is about The Twin, by a Dutch and award winner writer, Gerbrand Bakker, which had a huge effect on me. 

I think, the best description for the novel is the haunt of one's unfulfilled life to his present life. After a tragic accident where his brother died, Helmer steps into a life very different from his expectations; yet he reaches this awareness gradually. Each time he goes back to past, this awareness adds up to his loneliness. Because, the truth that he hasn't lived the life he wanted makes him miserable. Some faces and traces of past reveal the things he has lost. In all of these stages, the writer, indirectly passes pain to the reader by the sorrow he has hidden between the lines.


Thinking that the writer is an educated gardener, it is not surprising that the farm life, which poses as a character, is too detailed. We witness unhappiness and loneliness via Helmer who has dedicated his life to the farm, animals and his invalid father after the accident, instead of studying Dutch Language and Literature. At this point, I want to state that the father figure is as harsh as those in Kafka's works.

In every life, there are crossroads. We become happy or unhappy up to our choices. Likewise, in Greek Tragedies, the hero has a hubris and experiences the downfall. But for Helmer, it is so different. Because, he has not been given a choice and his downfall is the result of the life, not his own free will. Moreover, a desperation is in question as a result of inactiveness. Thus, I think Helmer is a kind of postmodern victim. 

If you like that kind of plots and style; or want to add some words into your vocabulary about nature and stockbreeding (the novel could be tiresome to some in this sense) I strongly recommend you to read.