Kurgusal edebiyatın felsefeyle buluştuğu sanata doymuş leziz satırlar...

28 Kasım 2014 Cuma

Delirtilip Pasifleştirilmek

"Beni siz delirttiniz"



Blogu açarken bir ajanda üstüne yorum yazabileceğim aklıma gelmemişti...

Metis muhteşem bir ajanda fikriyle ortaya çıktı ve kaos teorisi mantığı gibi beni ufak bir cümleden alıp büyük düşüncelere ve sorgulamalara sevk etti.

Bu cümlenin kara mizah ya da siyasi tarafını bir yana bırakırsak pek çok kişinin çeşitli konularda hissettiğinin özeti olduğunu düşünmekteyim.

Kendi adıma da genel bir bakış açısı değişikliği hissettiğim bu dönemde "İşte kastettiğim bu!" diyebileceğim bir ifade buldum karşımda.

"Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde."
                                                                                          Franz KAFKA

Bu alıntı da bir dönem hızır gibi çıkmıştı karşıma. İşte bu iki düşünceyi birleştirince topyekun bir ironiye ve kara mizaha gömerek selamlıyorum hayatı, pek çok aynı düşüncedeki insan gibi. Tüm bunların içinde sadece edebiyatın ve sanatın kurtarıcı olduğunu düşünenlere ise selamlar olsun...


16 Kasım 2014 Pazar

Antoni Casas Ros- Almodovar Teoremi- Le théorème d'Almodóvar

Mutlu haftalar,

Bugünkü yazım Almodovar Teoremi üzerine...



Çok büyük bir Pedro Almodovar hayranı olduğumdan, kitabın ismini görür görmez okuma listeme almıştım zaten. Eseri okurken de bir Almodovar filminin içine dalıyorsunuz adeta.

Antoni Casas Ros'un, korkunç bir kazadan sonra yüzü paramparça olmuş ve aynı kazada kız arkadaşını kaybetmiştir. Bu eserde de kendi hikayesini anlatmak üzere yola çıkar. Fakat eklediği kurgusal bir hikayeyle de eser tamamen otobiyografik olmaktan çıkar. Ros, Pedro Almodovar'ın bir filminde kendi hikayesini anlattığını kurgular. "Acaba Almodovar benim hayat hikayemle ilgili film yapsa nasıl olurdu?" sorusu üzerinden eserini yaratır. Doğal olarak eserde bir Almodovar filminin yansımalarını gözlemleyebiliriz. Bunların en bariz olanı şüphesiz ki transseksüel karakter olan Lisa'dır. 

Ros, sadece hikayesini ya da Almodovar'ın çektiği hikayeyi anlatmaz okuyucuya. Zaman zaman yalnızlığını ve pek çok konuyla ilgili fikirlerini oldukça etkileyici cümleler şeklinde satır aralarına serpiştirir. Bunu yaparken de, fizikten matematiğe (kendisi gelecek vadeden bir matematik mezunu iken kaza sonrası tüm hayatı olumsuz anlamda değişmiştir), sinemadan siyasete kadar birçok konuda benzetmeler ya da açıklamalar yapar. Her bölümün başlığı Newton'ın bir eserinden alıntıdır örneğin.

İki boyutta ilerleyen eserde, gerçekle kurguyu ayırması birazcık zor gelir. Bu yüzden hikaye bir süre sonra yorucu görünebilir. Ama inzivadaki bir hayat dahilinde anlatılan bu bilimsel ya da sanatsal analizler eserin bana göre en etkileyici kısımları. Zira, Ros büyük bir trajedi sonrası kurguladığı hikayeyi okuyucuyla paylaşırken aslında biz, yalnızlığın umut vadeden bir zihne nasıl etki ettiğini de gözlemleriz.

Ros'un hikayesini sadece bir adamın kaza trajedisini okumanız için değil, aynı zamanda ruhu parçalanmış bir adamın hayat analizleri için okumanızı tavsiye ederim.


"Ölüm anında büyük olasılıkla aynı durumda oluruz. Alışkanlıkların, topluma uyma zorunluluğunun, aynı savunma mekanizmalarının hiç durmadan tekrarlanmasının ağırlığından kurtulacağımızı hayal ederiz. O zaman en saçma soruyla karşılaşıveririz, neyi savunacağız ki?"
                                                       Antoni Casas Ros, Almodovar Teoremi, Sel Yayınları. 



Happy week everyone,

Today's post is on Le théorème d'Almodóvar...


As I'm a huge fan of Pedro Almodovar's, I had already put the book on my list as soon as I saw it. While reading it, you kind of dive into an Almodovar film.

Antoni Casas Ros's face has been smashed after a horrible car accident. He also has lost his girlfriend in the same crash. For this story, he sets out to tell about his own story. Yet, with the help of the fiction he employs, the book cannot be a total autobiographic one. Ros fictionalizes about Almodovar's using his story in one of his films. Ros creates his story on the question of "What would it be like if Almodovar made a film about my story?". Thus naturally, we can witness the traces of a usual Almodovar film on the book. The most obvious one is surely the transsexual character called Lisa.

Ros not only tells about his or Almodovar's story, but also his loneliness and ideas about almost everything with very efficient lines. While doing so, he makes analyses on lots of different fields from physics to maths (he was a promising maths graduate but the accident changed his life completely), from cinema to politics. For instance, each chapter begins with a quotation from Newton's books.

For this book which develops in two dimensions, it seems difficult to differentiate between fiction and reality. Therefore, the story may seem tiresome after a while. I think, the most impressive parts of the book are the scientific or artistic analyses which are told within the shape of an isolated life. Because, while Ros shares his fictional story with us, we witness how loneliness damages a promising mind.

I recommend you to read this book for not only to learn about Ros's tragedy, but also for the life analyses of a man whose life is shattered. 



14 Kasım 2014 Cuma

Gerbrand Bakker- Dolambaç- De omweg






Evet yeniden Bakker... Evet kendisinin an itibariyle sadece iki romanı var... Fakat her ikisi de benim için bir şaheser. Bu defa beni bir kadın hikayesi üzerinden mest eden Bakker yakın bir geçmişe sahip bloguma yeniden konuk oluyor...

Yazar hakkında daha önce az da olsa biraz konuşmuştum. Hollandalı  olan Bakker, bahçıvanlıkla da uğraşmış bir yazardır. İlk romanında olduğu gibi burada da doğa hikayenin çok büyük bir parçasıdır. Üstelik bu romanda başkahraman üzerindeki etkisi daha fazladır. Romanda bolca Emily Dickinson adını  ve eserlerinden bölümleri görmek ise cezbedici bir metinlerarası tekniğini gözler önüne serer. İsminin Emilie olduğunu söyleyen başkahraman (Sonunda Agnes olduğunu öğreniriz), Emily Dickinson üzerine doktora tezi yazmakta olan bir akademisyendir. Yaşadığı bir takım çalkantılardan sonra Galler'e kaçarak bir çiftlik evi kiralar ve orada yalnızlığıyla yaşamaya başlar (Emily Dickinson, kazlar ve porsukları saymazsak tabi!). 

Bir öğrencisiyle yaşadığı yasak ilişki ve hiçbir zaman net olarak adlandırılamayan hastalığı onu bu inzivaya atan nedenlerdir. Yeni evinde yaşarken, daha önce orada vefat eden ev sahibesinin gölgesini sürekli etrafında hisseder. Onun kokusundan kurtulamadığını düşünür. Bradwen adlı genç bir oğlanla ilginç bir ilişkiye adım atarlar. İlginç çünkü; oğlan ona göz kulak olur ve daha ilerde de aralarında tuhaf bir çekim oluşur. 

Bu esnada karısını bulmak için yola çıkan Koca'nın (ismi verilmemektedir) yaşadıkları, eserde ironik bir komedi oluşturur. Yalnızlığını Emily Dickinson'ın şiirlerindeki paralellikle yaşayan Emily, yaşadığı sondan hemen önce üzerinde çok uğraştığı çeviriyi tamamlar. Eser de, bu çeviriyle biter. Emilie'nin yaşadığı sonu açık etmek istemiyorum; fakat oldukça şairane olduğunu belirtmem gerekir. 

İsimlerin, zamanın ve olay örgüsünün az da olsa örtülü bırakılması okuyucuda karmaşa yaratılmasına neden olur. İşte bu dolambaç sona doğru -olumlu ya da olumsuz olarak- sırasıyla çözülür. Eserde İngilizce bazı kelimeler çevrilmeden kullanılmıştır. Orijinal halinde de böyle olduğunu düşünmekteyim. Başta rahatsız edici olabilecek olan bu durum, aslında dolambacın olduğu örtülü anlatıma teknik olarak epeyi katkıda bulunur.

Yalnızlığını edebiyatta bulabilen herkese tavsiye ederim...

Keyif dolu satırlar...








Yep, Bakker again. Yes, he just has two novels so far. Yet, both of them are masterpieces to me. Bakker, who enchantes me with a woman's story this time, visits my blog again.

I briefly told about the writer before. Bakker is a Dutch writer who has been a gardener before. Just like his previous novel, nature is a huge part of the story here. Furthermore, it has a bigger impact on the protagonist here. The fact that we witness the name and works of Emily Dickinson in this novel a lot reveals a charming intertextuality technique. The protagonist who claims that her name is Emilie (it is indeed Agnes) is an academician who writes up a Ph.D. thesis on Emily Dickinson. After certain turbulences in her life, she flees to the Wales to hire a farm house and lives lonely (unless you mention Dickinson, geese and the badgers!).

Her affair with a student and her unnamed ailment are the reasons that have brought her to this isolation. While living at her new house, she continuously feels the presence of her late landlady. She cannot get rid of her smell. She steps into an odd relationship with a boy called Bradwen. It is odd cause the boy takes care of her and later a sexual tension develops between them. 


Meanwhile, what the Husband (never named) goes through in order to find his wife creates some comic relief. Emilie, who experiences loneliness in parallel with Emily Dickinson's poems, finishes the translation of the poem on which she has worked really hard just before her resolution. The novel ends with this poem. I don't want to give away what happens in the end, yet I have to mention that it is poetic. 

The fact that names, time and plot are obscure to some extent helps create a confusion for the reader. That 'detour' is resolved through the end. Some words are not translated in the novel. I guess it is the same way in the original print. This may be distrubing in the beginning, yet it is later understood that it technically contributes to the obscure telling of the 'detour'. 

I recommend it to everyone who finds their loneliness in the literary world...

I wish you delightful lines...

4 Kasım 2014 Salı

Georges Perec - Uyuyan Adam - A Man Asleep - Un homme qui dort






Herkese Merhaba,


Çok okuyanlar bilir. Hani bazen neden bu yazarın anadilini bilmiyorum diye isyan edersiniz. İşte Georges Perec öyle bir yazar. Benim kendisiyle tanışmam biraz geç ve çok yakın arkadaşlarımın önerisiyle oldu. Daha ilk romanını okur okumaz bir şeyler yazmak istedim. Zira diğer pek çok kitabını da okuma sırasına dizdim. Bundan sonra ilk olarak Şeyler adlı eserini okumak istiyorum. 

Uyuyan Adam, çok yaygın olmayan bir şekilde ikinci ağızdan anlatılıyor. Bu durum da okuyucu olarak sizde doğrudan bir empati yapabilmeyi kolaylaştırıyor. Fakat bu empatide sınırı iyi ayarlamak lazım. Çünkü özellikle hayatın verdiği bıkkınlık, sıradanlık, yalnızlık ve eylemsizlik sorunlarından muzdaripseniz kitabın eşsiz anlatımıyla çok derin sularda yüzebilirsiniz. Kitaptaki her bir cümle adeta bir aforizma. Bu da yetmezmiş gibi inanılmaz hızlı ilerliyorsunuz. Bu kusursuz teknik ve anlatım sizi öyle sarmalıyor ki bir süre sonra bu eşsiz anlatı gözünüzde normalleşiyor. Başta okuduğunuz her cümleden sonra durup şaşırırken daha sonra ara vermemeye başlıyorsunuz. Etkileyici olan ise bu satırların okunup kitap kapatıldıktan sonra daha vurucu gelmesi. Bunları düşünen zihnin 25 yaşında olduğunun belirtilmesi de ayrıca etkileyici. Bu noktada, bu kitabın farklı yaş aralıklarda defalarca okunması gerektiğini düşünüyorum. Genel olarak hikayeden çok anlatının önemli olduğu kitaplardan bu.

Özellikle dünya savaşları ve endüstrinin gelişmesi sonrası kaderin, absürtlüğün, eylemsizliğin, anlamsızlığın, amaçsızlığın ve hissizliğin okuyucuya aksettirildiği bu eserde en çok vurgulanan konu ise aktif bir bellekle yaşamak zorunda olmanın zorluğudur. Bellek, tüm bu bahsi geçen durumları görünür kılar ve yaşamı inanılmaz zorlaştırır.

İnsan olan "seni" sana "Sen" diye anlatan bu romanı herkesin okumasını tavsiye ederim.

Keyif dolu satırlar... 


"Kımıldamıyorsun. Kımıldamayacaksın. Bir başkası, bir benzerin, senin hayaletimsi, işine düşkün bir eşin artık yapmadığın hareketleri, senin yerine, bir bir yapıyor belki: Kalkıyor, yıkanıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, çıkıyor."






Georges Perec - A Man Asleep

Hello everyone,

The ones who read a lot know. Sometimes you get very upset about not knowing the native language of a particular writer. That's very true about Georges Perec. I have met him too late. Yet, I owe this pleasure to my very close friends. I just want to write down something as soon as I have finished the first book. I have placed his works to my reading order. I want to read Things: A Story of the Sixties secondly. 

Uncommonly, A Man Asleep is told in second person narration. This makes it easier for you to make a direct empathy. Yet, you have to be very careful about drawing a line to this empathy. Because, you may end up swimming in very dark water if you are subject to life's dulness, commonness, loneliness and inaction. Each sentence is an aphorism.

What's more, you proceed very fast. This perfect technique and manner embrace you so closely that after a while it seems normal. While at first you pause and wonder after each sentence, later you cannot give a break. What's impressive is that these sentences become more dazzling after the book is closed. The fact that the mind contemplating these is a 25 year old's is fascinating. At this point, I think that the book should be read at different age groups. This is one of those books where telling is more important than the story. 


In this work of art, where the destiny, absurdity, inaction, senselessness, aimlessness and emotionlessness after the world wars and industrial development are mirrored to the reader, the most stressed point is the difficulty of living with an active consciousness. The consciousness makes all these states of mind visible and renders life incredibly difficult.


I highly recommend the novel, which tells "you" "your" story as "you".

I wish you delightful lines...